Bir akşam elimde fotoğraf makinem ile Ljubljana'yı geziyordum. Preseren Meydanı'ndaydım. Pek çok fotoğraf çektim. Sokaklar kalabalık, insanlar cıvıl cıvıl. Güzel bir yaz akşamında kafeler dolu, sohbetler derin, kahkahalar şen... Daha ne olsun?
"Sen de bu şehri çok beğenenlerdensin, öyle değil mi?" diye sordu. Önce anlamadım, bana mı diyor acaba diye düşündüğümden sağıma soluma, hatta ardıma baktım.
"Makine elinde, hadi sen de benim fotoğrafımı çek" diye devam etti. "Peki" dedim, çektim.
"Güzel şehirdir burası, çook güzeldir. Ahh, Ljubljana!"
Sanki Anadolu'da bir köy kahvesinde dertleşmeye insan arayan biriydi.
"Sloven değil misin?" diye sordum, "Slovenim" dedi. "28 yaşında geldim ilk kez bu şehre. Avukat olacaktım. Önce bir avukatlık bürosunda stajyer olarak çalışmaya başladım. Üç yıl sonra sınava girdim, ama olmadı. Kazanamadım sınavı. Bu arada annem bir kız buldu bana, Marija... Ah be Marija! Önceleri iyiydik de, sonra olmadı, yürümedi bir şeyler. Bunu Marija'ya nasıl söyleyecektim bilemedim bir türlü. Öylece kaldı."
Kafamın içinde Ferdi Tayfur şarkı söylüyordu.
"33 yaşındaydım. Onu gördüm. O kadar güzeldi ki, anlatamam! Ah Julija, ah! Gençliğimden beri elim kalem tutar, şiirler yazarım. Yazdıklarımı da yayınlar gazeteler. Julijam için de yazdım, yayınlandı. Ama ailesi hoş karşılamadı. Karşılamaz tabi, ayrı dünyaların insanlarıydık. Davul bile dengi dengine. O zengin bir tüccarın kızıydı, bense hala bir avukat adayı. En acısı ne biliyor musun? Julija'nın da bende gönlü yoktu. Ben şiirler yazmaya devam ettim. Kitaplar bastırdım. Ve bir gün Julijam, başkasıyla evlendi, gelin oldu.
O yıl benim de bir kızım oldu. Anasıyla evlenmemiştim, ama oldu işte. Zavallıcık çok yaşamadı. Bir yıl içinde öldü. İki çocuğum daha oldu sonra. Onlar yaşadı. O yıl çok yakın bir arkadaşım, sevgili Emil, tifodan ölüverdi. Bir yıl sonra da başka bir arkadaşım, Andrej felç geçirmesin mi? Kollarımda öldü garibim. Ne yaparsın, daha karamsar şiirler yazmaya başlamışım.
Bu arada bir yandan şiir kitaplarım basılıyor, bir yandan da avukatlık sınavlarına girip girip kaybediyorum. Avukat olacağım diye bağırıyorum bu meydanda, bana mısın demiyor. umurunda değil.
41 yaşında yine aşık oldum. Ama kader işte, o da bana gönül vermedi. Ne yapayım, ben de şiire verdim kendimi. Her gece bir masada efkarlanıp efkarlanıp yazıyorum. 44 yaşındaydım, Zdrovljica'yı yazdım. 46 yaşındaydım, sonunda avukatlık sınavını kazandım. Ljubljana'da tam beş kez kaybettiğim sınavı, Kranj'da kazandım. Belli ki kaderle çok inatlaşmamak lazım. Ben de Kranj'a taşındım. Senin bayıla bayıla gezdiğin bu şehir bana ne aşk verdi, ne de iş. Sadece şiir...
Karaciğer sirozu dedi doktorlar. 49 yaşındaydım, ben de kara toprağa karıştım. 1852 yılında mezarıma anıt yaptılar. Slovenya'nın ulusal şairiydim ya, ondan."
Slovenya'nın başkenti Ljubljana'da Preseren meydanında dert dinledim. Ferdi Tayfur bitirdi, Müslüm Gürses başladı kafamın içinde.
1947 yılından sonra adına ödüller verilen, sadece Slovenya'nın değil Avrupa'nın da önemli şairlerinden France Preseren'in derdini dinledim. Güzel bir yaz akşamında kafeler dolu, sokaklar kalabalık, insanlar cıvıl cıvıl.
"Keşke beraber fotoğrafımızı çekebilsen" dedi. "Bak, şu sokakta duvarda onun güzel yüzü var. Güya bana bakıyor. Yalan oysa, hiç bakmadı ki! Ama olsun, yalan bile olsa güzel be. Sen onu da çek!"
France Preseren'in yazdığı Zdrovljica adlı şiiri 1994 yılında Slovenya milli marşının sözleri oldu.
"Duy Julija, duy!" diye bağırmışım meydan. Herkes dönüp bana baktı.
Ljubljana güzel, ama dayanamadım. Sabah uyanır uyanmaz ayrıldım Ljubljana'dan.